Maraş’ta yaşayan bir mimar olarak mesleğimin ilk yıllarından itibaren en net duyduğum cümlelerden birisi herkesin bildiği ama hep göz ardı edilen “her 500 yılda bir Maraş’ta sekiz veya üzeri şiddette bir deprem olacak” cümlesiydi. Kardeşim Ferit inşaat mühendisi olunca İnşaat Mühendisleri odasına her gittiğimde gördüğüm grafik, Maraş’ın her 500 yılda büyük bir deprem yaşadığını gösteriyor ve yaşanılan son depremden günümüze gelen zamanı hatırlatıyordu.
11.yüzyılda Roma medeniyetinde, yaklaşık 40 bin kişinin öldüğü deprem bugün bize Germenicia mozaiklerini getirdi. 16.yüzyılda yaşanan deprem Kara Maraş olarak tabir edilen bölgede inşaat kazıları yapılınca mutlaka bir sütun başı ya da kolon parçasıyla karşılaşmamıza sebep oluyor. O yüzden 21.yüzyılda Maraş’ta yüksek şiddette bir deprem olmasını beklemek çok da şaşırtıcı değildi. Ancak 6 Şubat’ta yaşadığımız depremi felaket haline dönüştüren dokuz saat içinde üç büyük depremin yaşanmasıydı. Gece yaşanan depremde yıkılmayan birçok bina öğleden sonra depreminde yıkıldı maalesef. Ve bu büyük yıkımla birlikte on bir ilde hissedilen 400km’lik fayın kırılması hem can kayıplarını hem acılarımızı arttırdı. Ağır hasarlı dokuzuncu kattaki evimizden yaklaşık bir saatte annem ve babamı aşağıya indirdikten, dört gün arabada kaldıktan ve ailemizi güvenli bir alana yerleştirip Ferit’le birlikte Maraş caddelerini gördükten sonra kentin kayıplarını daha net hissettik.
Kentin vazgeçilmezleri Trabzon Caddesi ve Azerbaycan Bulvarı üzerindeki bitişik nizam yüksek katlı binalar yerle bir oldu. Depremin ilk günlerinden itibaren kentle ilgili yapılan toplantılara katılmak istedim. Ancak hiçbir şekilde bize ulaşılmadı, biz zaten yetkililere ulaşamıyoruz. Yukarıdan alınan kararlarla ve belirlenen kişilerle -kentteki teknik insanların yaklaşımları önemsenmeden- kente bir imar planı yaptırıldı. İmar planı hazırlanırken yıkılan binaların yerlerine konteyner yerleştirilerek kentin ticari hayatını canlı tutmak fikri öne çıkarıldı. Kent çok kısa bir süre içinde bilinen bütün hafızasını kaybetti, binaların yıkılmasından sonra aynı bölgede uzun zamandır yaşayan insanlar bile yürüdükleri sokaklarda kaybolmaya başladı. Çünkü kentin hafızasını oluşturan binaları ya da her gün uğradıkları dayanak noktalarını kaybetmek insanları boşluğa düşürdü, yıllardır yaşadıkları kenti tanıyamaz hale geldiler.
Kent merkezinde uzun bir sürecin sonunda farklı dönemlerde yapılmış binalardan özellikle kapalı çarşı ile alışveriş merkezleri arasındaki geçişin izlerini taşıyan pasaj niteliğindeki Selçuk İşhanı, Belman Sitesi, Emek İşhanı, Yenişehir İşhanı gibi yapılar tamamen yıkıldı. Ancak yerine neler yapılacağını, deprem bölgesi için çalışan ünlü mimarların neler tasarladığını bilmiyoruz. Bu kadar acıdan sonra ne kadar kafam çalışıyor, neleri doğru düşünebiliyorum çok emin değilim ama bana kalsa kent hafızasını oluşturan en azından tarihimizi belirleyen bu binaların mimari projelerini aynen kullanıp statik projelerini yeni deprem şartnamesiyle çözerek uygulamak daha yerinde olurdu. Ulusal mimarlık döneminin izlerini taşıyan valilik binası da aynı mantıkla yeniden yapılsa keşke.
Depremin birinci yılında yıkımın yoğun olduğu bu bölgelerde özellikle kasım ayından beri cadde üzerindeki inşaat sahasına girişi engellemek amacıyla, iş güvenliği için kurulan bariyerler yerinde dönüşüm reklamları ve belirlenen beş katlı binaların görselleri ile donatıldı. Uzun zamandır kentte yaşanılan trafik sorunu had safhada olmasına rağmen yıkılan binaların aynı yerine yollar hiç genişletilmeden TOKİ mimarlığının ürünü tip projeleri yapmaya başladılar. Önce imara kapatılacağı söylenen merkezdeki bu alanlar fore kazık uygulaması şartıyla imara açıldı. Trabzon Caddesi beş kat, Azerbaycan Bulvarı dört kat ile sınırlandırıldı. Yani TOKİ binaları konulmadan önce fore kazık uygulamaları yapıldı. Ardından Maraş Aksu televizyonunda bir gazeteciden “sadece görseller ile bina yapıyorlar, ellerinde proje yok, kentimizin trafik sorunu, otopark sorunu çözülmemiş, bu binaların girişi çıkışı belli değil” cümlesini duyduk. Şimdi de ilk başlanılan bina belediyenin hemen üstündeki Sultan apartmanında 30 dükkân, 36 dairenin yerine sadece 2 dükkân ve 8 daire yapıldığını öğrendik. Neredeyse hayatını bu bölgede geçiren insanların hak sahipliği nasıl olacak? Kendi yerlerinden hak sahibi olamayanlar kentin uzak bölgelerinde yapılan TOKİ binalarında kura mı çekecekler? Bunlar hiç belli değil ancak kentimizi yeniden yapılandırma çalışmalarının kentte yaşayanlar tarafından yapılmadığı kesin. Bu TOKİ binalarının ihalelerini kimler aldı bilmiyorum ama hepsinin dışardan geldiğini biliyorum. Çalışan işçiler bile dışardan geliyor çünkü her şantiyenin önünde bir yatakhane binası var. Halbuki depremden sonra her şeyini kaybeden kentimizde her sektörün olduğu gibi inşaat sektörünün de canlanması için kentin sahipleri çalışmalıydı bence.
TOKİ mimarlığının kenti en etkileyen yanı ise “cadde üzerindeki binalar devlet eliyle yapılacak” denilmesinin ardından tip proje ile üretilen binaların birden çok tekrarlanması. Kent merkezinde farklı dönemlerde, farklı mimarlar tarafından çizilen, farklı müteahhitler eliyle yapılan ve ülkemizdeki mozaiği yansıtırcasına uyum içinde yükselen binaların yerine, aynı kaplama malzemeleri ve aynı projeler uygulandığındaki binaların ruhsuz ve kimliksiz silueti beni şimdiden korkutuyor, zaten birbirine benzeyen kentlerin tip projelerle Ferit’in tabiriyle “hapishane kentler”e döneceğini biliyorum. Çünkü nereye dönsek aynı renkler, aynı binalar bizi karşılayacak. Bu konudan bahsettiğim meslektaşlarım bile depremden korktukları için “sağlam olsun yeter” yaklaşımındalar. Biz hep Ferit’le birlikte gezdiğimizden, gezerken kafamıza takılanlar, cevap bulmaya çalıştığımız sorular bizi çok korkutmuyor. Mesela depremden korkarak bu tip projelere onay vermek bize ters geliyor. Çünkü aynı bölgede bodrum, zemin, asma ve üzerinde dört normal katı bulunan toplam yedi katlı binalar depremden hasarsız çıktılar. Üstelik içlerinde 1976 yılında yapılan da var, 1980’de yapılan da var, 2003’te yapılan da var. Demek ki sorun sadece zeminin taşımasında değil. Trabzon caddesindeki binaları yıkan en önemli faktör caddenin kotu ile bir alt sokağın kotu arasındaki 5metre farktı. Bu yüzden o binaların bodrum katları 5metre yüksekliğinde yapıldı. O dönemdeki yönetmelikte bodrum perdeleri yapma zorunluluğu bulunmaması ve zemin kattaki dükkanlar değerli olduğundan bütün kolonların aynı yönde konulması yıkımı hızlandırdı bence.
Kent merkezinde çok büyük alanlar özellikle maliyeti Azerbaycan ülkesi tarafından karşılanacağı söylenilen Azerbaycan Bulvarı ve onun kuzeyindeki alanlar içinde tip projeler yapıldı. Ama biz projeleri sadece inşaat alanlarını sınırlayan bariyerler üzerindeki görsellerde görebiliyoruz ve sadece bina yüksekliklerinin azaldığını anlıyoruz bu görsellerden. Maraş’ta yaşayan insanlara uygun mu değil mi, bütün dünyanın içinde bulunduğu iklim krizi nedeniyle iklimi her gün biraz daha sıcaklaşan Maraş’ta geniş balkonlarda yaşayamaya alışmış insanlar küçük balkonlarda ve dolayısıyla küçük evlerde mi kalacaklar artık?
İşte depremin birinci yılında Maraş’ta yaşayan bir mimar olarak aklıma takılanları, yazımı okuyan insanlara aktarma çabam başarılı olmuştur inşallah. Çok uzun yıllar sürecek olan, unutulmaz büyüklükteki doğal bir afetin acısını, uygulanan tip projelerle yapay afete çevirecek yaklaşımı burada anlatmaya çalıştım. Bunları değiştirmek için elimden bir şey gelmiyor şu anda. Ama yine de şiirlere tutunan umutlu yanım gelecekte daha güzel ve aydınlık yarınlara inanmamı sağlıyor. Çünkü yaşadığım kent aklıma düşünce aralıksız beynimde tekrarlanan Nazım Hikmet dizeleri beni ayakta tutuyor:
“İki şey var ancak ölümle unutulur,
Anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü”