Kunduracı Ali’nin tezgâhı, atölyeye çevirdiği bebek arabasından ibaretti. Arabanın etrafına yaldız cila çekmiş, tepesine bir şemsiye uydurmuş, malzemeler için deriden bölmeler yapmış, kasanın caddeye bakan tarafına da “Kunduracı” yazmıştı. Arabanın tel jantlı tekerlerinde ayakkabı boyası ve renkli iplerden yaptığı süsler vardı. Tezgâhı açınca oturduğu taburesini, Hızar Sancar hediye etmişti. Hanımı Türkan’ın özenle işlediği nakış bezeli örtüyü de taburesinin üzerine seriyordu. Türkan önceleri buna itiraz edip diretse de, Ali “Ekmek teknesi” diye anlatıp duruma razı etmişti Türkan’ı. Türkan’ın aklı yerinde sayılmazdı zaten. Böyle durumlarda önce inat ediyor, sonra hızlıca mevzuyu unutuyordu.
Ali, tezgâhını semtin ana caddesinin başındaki köşede açıyordu. Tezgâhın sırtını köşedeki manavın duvarına dayıyordu. İki cepheli Taze Köşe Manavı’nın bir yanı Ali’nin tezgâhını kurduğu ana caddeye, diğer yanı belediye binasına çıkan büyük sokağa bakıyordu. Manavın sağ çaprazında bir kasap, onun bitişiğinde bakkal vardı. Bakkal, Ali’nin tezgâhının tam karşısına düşüyordu. Burası hem caddenin başı ve meydanının kıyısı olması hem de çarşı trafosunun yanında olması nedeniyle Ali’ye cazip gelmişti. Zira kış mevsiminde trafo, Ali’nin ısınmasına yardım ediyordu. Bir de arabanın etrafını branda ile sarınca üşüme derdi kalmıyordu. Belediye de Ali’yi idare ediyordu. Hatta belediye reisi, “Civarda böyle bir tezgâh yok. Bu, halkımıza da hizmettir.” diyerek Ali’yi korumaya alınca, Reis Bey’in karşısında aday olup seçimi kaybeden rakibi de “Trafonun yanında durmasına izin vereceğine, adama insan gibi dükkân yap madem” diye itiraz etmişti. Reis Bey buna da “Biz çarşının ruhunu korumak için böyle yapıyoruz.” diye cevap vermiş geçmişti. Ali, çok korktuğu politika meselelerine bulaştığını düşünerek o günlerde uyku uyuyamamıştı. Hatta bir keresinde kasap komşusu Ali’ye fikrini sorunca “Ekmek meselesi abi. Biz bilmeyiz, büyükler bilir. İyiyiz çok şükür. Devletimiz var olsun.” demişti.
Ali, her sabah 7’de evden çıkar, el yordamıyla arabanın önüne yaptığı çekecekten tutarak arabasını çeker ve takribi 7’yi yirmi geçe tezgâh yerine varmış olurdu. Akşama kadar başı önünde yalnız işiyle meşgul olur, pek kimseyle konuşmazdı. Mesai bittiğinde yine başı önde arabasını çekerek evine dönerdi. Sabahları Türkan “Pek erken çıkıyorsun Ali, sabah ayazında hasta olacaksın” diye mırıldanmaya yeltendiğinde “Millet bu vakit okula, işe gidiyor hanım. Boya için gelen oluyor, ipi kopan çocuklar botlarını getiriyor, kimisi tabanı yapıştırmak istiyor. O saatte orada olmazsam bir daha nasıl iş yaparım? Dert etme sen. Trafomuz sıcak hamd olsun” diye gülerek zeytini ağzına atıyor ya da çayın son yudumunu çekip ayaklanıyordu. Türkan, söylediğini daha Ali evden çıkmadan unutuyordu.
Cemrelerin düştüğü ancak havanın henüz ısınmadığı serince bir gündü. Bakkal Zühtü’nün tezgâhı toplamasından, akşam ezanına çok az vakit kaldığı anlaşılıyordu. Bakkal Zühtü’nün hareketlendiğini görünce Kunduracı Ali de sandığını toparlamaya başlardı. Ali yine toplanmaya başladı. Boyaları, fırçaları yerlerine yerleştirdi. İpleri özenle katlayıp bağ yaptı ve boyaların yanındaki heybeye koydu. Şemsiyeyi kapattı. Brandayı katladı. Arabanın alt bölmesine de onu yerleştirdi. Yün atkısını boynuna doladı. Arabasını şöyle bir gözden geçirip tarttı. Eliyle hafifçe silkeledi. Her şey yolunda ve tamdı. Ayağını uzatıp yola koyulacaktı ki meydan şiddetli bir patlamayla sarsıldı. Trafo patlamıştı. Manavın camları inmiş ve çerçeveler alev almıştı. Bakkal Zühtü kendisini nasıl yere attığını anlamadı. Kasap, et dolabının arkasına saklanmıştı. Dedi “herhalde ihtilal oldu!”. Kunduracı Ali’nin arabası bakkalın kapısına kadar savrulmuştu. Ali, yanmaya başlayan trafonun az ilerisinde yüzükoyun hâlde hareketsiz yatıyordu. İlk telaşı atlatan ahali hemen itfaiyeyi, polisi, ambulansı aradı. Bakkal Zühtü’nün anlattığına göre trafo patlayınca Kunduracı Ali sırtını trafoya dönüp arabayı korumaya çalışmıştı. Bu arada araba elinden çıkıp bakkalın önüne kadar gelmişti. Ambulans geldi, Kunduracı Ali’yi aldılar. Götürdüler. Lakin olmadı: “Tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı.” Ölmüştü Kunduracı Ali.
Türkan hiç konuşmuyordu. Sessizce ağlıyor, bazen bayılıyor, sonra ayılıp gözlerini açınca ağlamaya devam ediyordu. Cenaze defnedilmiş, birkaç gün sonra komşular dağılmıştı. Türkan’ın durumunu bilen babası, “Ablanın yanında dur, kendi kalamaz” diye diğer kızını Türkan’ın yanına gönderdi. Tek tük gelen insanlar da iyiden iyiye çekmişti ayaklarını Türkan’ın evinden. Resmî dairelerde ölüm muameleleri yapılırken, Kunduracı Ali’nin emekliliği hakkettiği fark edilince, hanımı Türkan’a maaş o günlerde bağlanmıştı.
Türkan’ın kız kardeşinin öteberi almak için çarşıya gittiği bir gün kapı çaldı. “Komşulardan biridir, taziye için” diye düşündü Türkan. Topallar gibi yürüyerek kapıyı açtı. Gelen Bakkal Zühtü idi. “Türkan bacım, kusura bakma rahatsız ettim. Rahmetlinin arabası, o gün hengamede benim dükkana çekmiştim. Teslim edeyim dedim.” diye hâli arz etti. Türkan, arabayı görünce çığırmaya başladı. Bakkal Zühtü neye uğradığını şaşırdı. “Götür Zühtü Efendi götür! Gözüm görmesin onu, götür! Başımıza her şey ondan geldi ya zaten! Götür!” dedi önce. Sonra “Yok! Dur, dur hele! Bizi yaktı başkasını yakmasın gudubet araba!” dedi ve içeriye girdi. Çok geçmeden hırslı adımlarla tekrar kapıda bitti. Bu kez elinde bir bıçak vardı. Bıçağı rastgele savuruyor, arabanın çadırından itibaren gücünün yettiği neresi varsa yırtmaya uğraşıyordu. Bakkal Zühtü korktu. “Dur bacım, dur hele sakin ol. Tabi acın büyük ama kader. Dur bacım” diyerek Türkan’ı sakinleştirmeye uğraştı. Türkan bayılmıştı. Bu arada gürültüyü duyan komşu kadınlar camlara çıkmış, olanları gören birkaçı da ne olduğunu iyice anlamak ve Türkan’ın yardıma ihtiyacı olursa diye oraya gelmişlerdi. Bakkal Zühtü, ahalinin kendisini yanlış anlayacağından endişe etti. “O gün patlamadan sonra şu arabayı benim dükkâna çekiverdiydim de, rahmetlinin hatırası diye Türkan bacıma teslim edeyim diye geldiydim.” diyerek meramını anlattı. Kadınlar durumu anlamıştı. Türkan’a kolonya sürmeye, su içirmeye, onu ayıltmaya uğraşıyorlardı. Zühtü Efendi müsaade isteyip ayrıldı.
Türkan’ı içeriye çeken kadınlar onun ayılmasını beklerken aralarında söyleşmeye başladılar. Genç olan, kendisinden daha ihtiyar olana sordu: “Neden böyle oldu ki abla?”
“Bu Türkan’ın bebeği vardı. Çaldılar. Türkan, bebeği bu arabayla gezdiriyormuş. Nasıl olduysa çarşıda arabayı yolda bırakıp bir dükkâna mı giriyor ne, geri dönüyor ki arabada bebek yok!”
“Aaaa! Arabanın ne suçu var abla? Çocuk öyle bırakılır mı?!” “Kızım zaten çocuk da yok! Bu Türkan’ın çocuğu olmuyordu. Ona taktı dediler. Birkaç defa kendini asmaya, karnını bıçaklamaya yeltenmiş. Rahmetli Ali de buna oyuncak bebek getirmiş, Türkan’ın zaten kafa gittiğinden, inanmış! Bazen de inanmaktan başka çaresi kalmıyor insanın herhalde… Bu arabayla gezdiriyormuş.” “Vah vah” dedi bu kez genç olan. “Ben de kalkayım artık abla, Türkan abla da iyi zaten, uyanır herhalde” diye korkak adımlarla çıkıp gitti.
Birkaç gün sonra camlarda muhabbet eden kadınlar Türkan’ın, kapısının önünde bir şeyler yaptığını gördüler. Türkan, bebek arabasının içine toprak doldurmuştu. Mezar taşına benzer iki küçük taş dikmiş, doldurduğu toprağın üzerine, yüzü oradaki mezar taşlarına bakan bir de bebek oturtmuştu. Bir şeyler söylüyordu: “Ben geldim, sen öldün. Sen gelmeden de ölüydün. Ben ölümlerden doğdum. Bebeğim, doğmadın, beni öldürdün. Ölüm doğdu üzerimize, bebeğim beni sen mi doğurdun?”
Türkan’ı görüp söylediklerini işiten camlardaki bazı kadınlar gülüyor, bazıları da ağlıyordu. Gülenler bakanlar, ağlayanlar görenlerdi.